10 Eylül 2012 Pazartesi

Dipnot Tablet Cinema Yazarı Ali Arıkan YENİ SEZON FİLMLERİNİ yazdı

Dipnot Tablet yine renkli, güncel ve dopdolu bir dergi oldu. Makaleleri, videoları, fotoğraflarıyla başında uzun zaman harcayabileceğiniz bir dergi tablette sizleri bekliyor.

"Türkiye'nin ilk tablet araştırması" kapağı ile Dipnot Tablet'in 77. sayısı yayında!

Yaz bitti. Genelde buna üzülür insanlar; bense iki sebepten dolayı çok sevinirim. Birincisi, sıcağa ve neme hiç gelemem ben. Allah beni 40 derece sıcaklık ve %95 derece nemde yaşamam için yaratmış olsaydı, bu kadar kıllı yapmazdı.

İkinci sebepse daha genel. Yazın sonu, doğru dürüst filmlerin geleceğinin de habercisidir. Ödül sezonunun başlangıcıyla birlikte, Venedik, Toronto ve Telluride gibi festivallerle stüdyolar, en iddialı filmlerini seyirciye sunmaya başlarlar. Yaz filmlerini koşulsuzca reddetmiyorum tabii ki: zaten böyle genellemeleri de ya aptallar ya da cahiller yapar. Ama artık biraz daha yetişkinler için yapılan filmleri izlemenin vakti geldi.


Geçen senenin, 1999’dan beri Cinema için en iyi yıl olduğunu daha önce de yazmıştım. Aynı şekilde 2012’nin, geçen seneyi bile geçebileceğini iddia etmiştim. Bu bahsimin tutup tutmayacağını yıl sonunda hep beraber göreceğiz. Ama sizin için hazırladığım, sonbahar sezonunun görülmesi gereken on filmi listeme bakarsak, şansımın yüksek olduğu açık. Hoş ben kazanırsam siz de kazanacaksınız. Alan Partridge’ın dediği gibi: “Rock ‘n roll; hepimiz armut yiyelim.”

Looper
Yönetmen Rian Johnson, 2005 yılında sadece beş yüz bin dolara çektiği bir “lise film noir’ı” olan Brick’le Sundance film festivalinde özel jüri ödülünü kazanmış, bağımsız film çevrelerinde de epey ses getirmişti. 2009’da çıkan bir sonraki filmi The Brothers Bloom da, yönetmenin bir önceki filmi kadar olmasa da genel olarak beğenildi. Nevi şahsına münhasır bir yönetmen olan Johnson’ın filmlerini biraz fazla stilize ve “hipster-vari” bulurum ama yönetmen olarak saygı gösterilmesi gereken biri olduğu da kesin (ayrıca sevgilisi de arkadaşım; onu da belirtmek lazım, sonra adamın işlerini sevmese de kayırıyor demesinler).

6 Eylül’de Toronto Film Festivalinin açılış filmi de olan Looper’la Ryan Johnson, bu sefer bilim kurgu türüne el atıyor. Başrollerinde Joseph Gordon-Levitt ve Bruce Willis’in oynadığı filmde Levitt, 2047 yılında yaşayan bir kiralık katil rolünde. Göreviyse, 2077 yılında, bir zaman makinesiyle 30 sene öncesine gönderilen mafya hedeflerini öldürmek. Ta ki yeni hedefi olarak ona 30 sene sonraki hali gönderilene dek. 2000’li yılların en iyi filmlerinden Shane Caruth’un Primer’ına benzetiyorlar filmi görenler (ki Caruth, filmin efektlerine de yardım etti). İnsanın kafasına belleyen zaman yolculuğu filmlerine hastayım zaten: dört gözle bekliyorum. (Türkiye Vizyon Tarihi: 12 Ekim)

Django Unchained
Quentin Tarantino’nun spaghetti western’lere olan aşkı tüm filmlerinde görülür. Kill Bill aslına bakarsanız Clint Eastwood’un İsimsiz Adam karakterine bir tür göndermedir; 2009’da çektiği magnum opus’u Inglourious Basterds’ın ilk bölümü de yine adeta bir Sergio Leone güzellemesidir. Ve en sonunda Tarantino, yıllardır içinde sakladığı bu sevdayı, filmlerine hoş bir detay olarak koymayı bırakıp, tam anlamıyla bir spaghetti western çekti.

Tarantino, Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo DiCaprio ve Kerry Washington’ın da aralarında bulunduğu müthiş bir oyuncu kadrosu toparladı ama bu pek kolay olmadı. Filmin senaryosunu okudum, başroldeki Django ve kurtarmaya çalıştığı, soysuz bir köle tüccarının pençesinde can çekişen karısı Broomhilda’nın başına gelmedik kalmıyor. Zaten bu sebepten (ve belki başka bir zaman anlatacağım diğer nedenlerden) dolayı da mesela Will Smith veya Zoe Saldana yerine, kariyerinde risk alma şansı daha yüksek olan isimlere gitti roller.

Fragmanında, Django’nun vurduğu bir eşkıyanın kanının pamuk çiçeklerine sıçradığı kare dışında beni etkileyen pek bir şey yok ama Inglourious Basterds’ın fragmanları da bir şeye benzemiyordu. Ne olursa olsun, Tarantino’nun yeni filmi! Bir zahmet izleyeceğiz. (Türkiye vizyon tarihi: 18 Ocak 2013)

Killing Them Softly
George V. Higgins’in 1974 tarihli suç kitabı Cogan’s Trade’in adaptasyonu olan film, üzerinde çok para dönen bir poker soygununu çözmeye çalışan mafya fedaisinin öyküsü. Film Noir etkili suç filmleri son yıllarda çıkışta; bu film de aynı trendin iyi bir örneği olmaya aday. Avustralyalı yönetmen Andrew Dominik, 2000 yılında Eric Bana’nın başrolünde olduğu Chopper filmiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Ben, biraz dağınık bulmuştum filmi ama yönetmenin suç ve suç işlemenin sebeplerine Darwinsel bakması hoşuma gitmişti. Sonra 2007 senesinde, yönetmen, Brad Pitt ve Casey Affleck’in başrolleri paylaştıkları The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’la Cinemalara döndü. Bu filmde de hikâyeden çok ton ve his üzerine eğilmişti Dominik. Tam olarak yerine oturmasa da, The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford en azından zamanına ve mekanına ait bir filmdi. Tamam, yirmi beş farklı sonu olmuş olabilirdi ama her yönetmenden de her zaman en doğru şeyleri yapmamız beklenemez. Yani iki film de tam olarak benim sevdiğim filmler arasında olmasa da, Andrew Dominik’in yeteneğine hayranlığımı etkilemedi.

Daha önce Cannes Film Festivalinde de gösterilen ve vasatın üstünde eleştiriler alan filme ilgim yine de her geçen gün artıyor. Bir kere, yönetmenin üçüncü filmi. Artık kıvama geldi; ondan büyük şeyler bekliyorum. İkincisi, Higgins, Elmore Leonard gibi stilize ama Leonard’dan çok daha iyi bir suç romanı yazarıdır. Üçüncüsüyse, Dominik’in bir araya getirdiği oyuncu kadrosu mükemmel: Brad Pitt, Ray Liotta, Sam Shepard, Richard Jenkins, Garret Dillahunt ve adamım James Gandolfini. Daha ne olsun. (Türkiye Vizyon Tarihi: 23 Kasım)

Amour
Michael Haneke’yle benim yıldızım oldum olası barışmazdı. Adamın beğendiğim filmleri bile bana soğuk ve uzak, beğenmediğim filmleri ise ömür törpüsü gibi gelirdi. Başta da, toplam beş altı defa izleyip, her izlediğimde yeni birkaç falsosunu bulduğum, herhalde şu dünyada yegâne sevmeyenlerinden olduğum Caché olmak üzere. (Kendimi Troyalılar’a Akaların bıraktığı atı içeriye almamaları için yalvaran Cassandra gibi hissediyorum bu filmle ilgili konuşurken; “alt metniyle metninin arasında tutarsızlıktan tutun da seviyesiz suçluluk duygusuna kadar filmde bir sürü saçmalık var. Bir ben görüyorum; kimseye de anlatamıyorum; kurtar beni Zeus”). Bu görüşüm halen devam etse de, 2009’da Cannes’da hem Altın Palmiye’yi hem de en iyi yabancı film Altın Küre ödülünü kazanan Das weiße Band, Eine deutsche Kindergeschichte gerçekten çok iyi bir filmdi. Yönetmen, eleştirel gözünü kendi halkına çevirdiğinde ortaya çıkan (her zaman olduğu gibi) daha çarpıcı olmuştu.

Haneke’nin yeni filmi Amour da yine Cannes’da bu sene Altın Palmiye Ödülü’nü kazandı ve izleyen arkadaşlarım da filmi çok beğendiler. Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın başrolünde oynadığı filmde, seksenli yaşlardaki karı-kocanın, başlarına gelen bir felçten sonra ilişkilerinin aldığı yön anlatılıyor. Türkiye’de ne zaman vizyona gireceği belli değil ama film, 29 Eylül – 7 Ekim arasında İKSV tarafından düzenlenecek geleneksel Filmekiminde seyirciyle buluşacak.

Beasts of the Southern Wild
Oscar’la ilgili konuşmak için daha çok erken ama şimdilik öyle görünüyor ki aday olma olasılığı en yüksek filmler Steven Spielberg’ün Abraham Lincoln biyografisi Lincoln, Ang Lee’nin Yann Martel’in 10 sene kadar önce kimsenin elinden düşmeyen aynı adlı romanının uyarlaması The Life of Pi, Paul Thomas Anderson’ın Scientology ile ilgili olan ama Scientology ile ilgili olduğunu yönetmenin bir türlü itiraf etmediği epik filmi The Master, The King’s Speech’le en iyi yönetmen Oscar’ını da almış olan ve kareleri aynı burnu gibi yamuk Tom Hooper’ın müzikal adaptasyonu Les Miserables ve Joe Wright’ın Tolstoy uyarlaması Anna Karenina’nın Oscar’a aday olma şansları çok yüksek. Bir diğer kuvvetle muhtemel Oscar adayıysa, Queens doğumlu yönetmen Benh Zeitlin’in, Cannes’da Altın Kamera, Sundance’teyse Jüri Büyük Ödülünü kazanan ilk uzun metrajlı filmi Beasts of the Southern Wild. Son yıllarda özellikle Katrina kasırgası sonrası belini doğrultmakta güçlük çeken Louisiana’da geçen, fantastik bir hikaye bu. Yükselen sular, yükselen sulardan kurtulmaya çalışan insanların peşindeki tarih öncesi efsanevi yaratıklar ve tüm bunların arasında yıllar önce kaybolmuş annesini arayan küçük bir kız. Bu filmin de daha Türkiye vizyon tarihi yok ama o da yine Filmekimi’nde gösterilecek.

Cloud Atlas
David Mitchell’ın 2004 yılında yayınlanan, değişik zaman ve mekânlardaki farklı insanların başından geçen ve bir şekilde birbirine bağlı maceraları anlatan romanının filme uyarlama haklarını Wachowski Kardeşler 2006 yılında almıştı. Matrix üçlemesinden sonra 2008 yılında yönettikleri Speed Racer, çok iyi bir film olsa da seyirciden beklenen ilgiyi görmedi. Aynı zamanda, V for Vendetta ve Ninja Assassin gibi filmlerin de yapımcılığını üstlendiler. Ama bunlardan hiç biri tam anlamıyla kardeşlerden beklenen bir “dönüşüm muhteşem olacak” manevrası olmadı. Ta ki Cloud Atlas’a kadar.

Yönetmenliğini kardeşlerin, Lola Rennt ve Perfume: The Story of a Murderer gibi filmlerle adını duyurmuş Tom Tykwer’le birlikte yaptıkları filmin oyuncu kadrosu da geniş: Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Hugo Weaving ve Hugh Grant bunlardan sadece bazıları. Darren Aronofsky’nin The Fountain, 1990’ların Harold Ramis-Bill Murray klasiği Groundhog Day ve Buster Keaton’ın 1923 tarihli şaheseri Three Ages’ın bir tür karışımı olan hikâye, sonbaharın en ilgi çekici filmlerinden biri olacak. ABD ile birlikte, Türkiye’de 26 Ekim’de vizyona giriyor.

Magic Mike
Steven Soderbergh’in erkek striptizcilerle ilgili filminin başrollerinde Channing Tatum ve Matthew McConaughey var; ikisi için de 2011 çok iyi bir yıl oldu zaten. Channing Tatum (mesela Taylor Kitsch’le karşılaştırılınca daha da iyi görülüyor), üç tane hit filmde oynadı ve Hollywood’un en önemli yükselen yıldızı oldu. MC Conaughey ise son iki-üç yıldır bir kariyer rönesansının içinde; bu filmdeki performansıyla Oscar konuşuluyor (alacağını zannetmiyorum).

Soderbergh’le bir şekilde kişisel bir bağlantım olduğu için filmin screener’ını alabilirdim; özellikle göndermelerini istemedim çünkü evde olsaydı kesin kendimi tutamayıp izlerdim. Magic Mike’ı Cinemada izlemek istiyorum. Senaryosu çok eğlenceliydi ve filmin de özellikle Amerikan kapitalizmini tiye alan, Paul Verhoeven’ın yıllar boyu yanlış anlaşılmış şaheseri Showgirls’ün bir erkek versiyonu olduğu (en azından sayfada) söylenilebilir. Ama çok daha fazlası da var. 5 Ekim’de vizyona girecek.

Argo
Bazen kötü seçimler yapsa da, Ben Affleck’in iyi oyuncu olduğu belli, iyi bir yazar olduğuysa, Matt Damon’la birlikte Good Will Hunting için kazandıkları Oscar’la tescillenmişti. Belki de bu yüzden adamın iyi bir yönetmen olması da pek şaşılacak bir şey değil ama insan yine de şaşmadan edemiyor. Sadece iyi bir yönetmen değil, çok iyi bir yönetmen oldu Affleck; Hollywood’un gelecek vadeden isimlerinden birine dönüştü. Gone Baby Gone ve The Town “acemi” bir yönetmenden beklenmeyecek kadar keskin ve kendine güvenen bir bakış açısının sonucuydu. Bunu gören Warner Bros da zaten önüne gelen tüm “yaz filmi” senaryolarını Affleck’e gönderiyor bu aralar. Yönetmense hiç oralı olmuyor; kendi kafasına göre filmleri çekmeye devam ediyor. Terrence Malick’in Venedik Film Festivalinde prömiyeri yapılan To the Wonder’da oynadı en son; yönetmenlik koltuğunaysa Argo ile oturdu.

Gerçek bir hikayeden yola çıkan Argo, İslam Devriminden sonra Tahran’da kısılıp kalan bir grup Amerikalı diplomatı ülkeden kaçırmak için CIA’in yaptığı operasyonu anlatıyor. Amerikan istihbarat servisinin konuyla sorumlu takımı, diplomatları kaçırmak için, Kanada uyruklu bir bilim kurgu filmi çeiyor kisvesi altında ülkeye sızıyorlar. Onunla da kalmıyorlar, filme gerçeklik katmak için Hollywood’da bir yapımcıyla anlaşıyorlar, filmin dizaynlarını efsanevi Marvel çizeri Jack Kirby’ye çizdiriyorlar (neredeyse 35 sene önce gerçek hayatta meydana gelmiş bu detaylara “spoiler” diye bakarsanız, sizi ben bile kurtaramam). BU ekibin başındaki ajanı da oynayan Affleck, filmin çekimlerinin bir bölümünü İstanbul’da gerçekleştirdi. Fragmanda, Teşvikiye’yi Tahran olarak gösteren sahnelere de kıs kıs güldüm. Telluride’ın açılış filmiydi; çok beğenildi. (Türkiye vizyon tarihi: 30 Kasım)

Lincoln
Ben kendimi bildim bileli Steven Spielberg, ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’ın hayatıyla ilgili bir film çekmek ister. Hatta doksanlı yıllarda Schindler’s List’ten sonra, Liam Neeson’ın başrolü kaptığı ve Spielberg’ün The Lost World: Jurassic Park’tan sonra filmi çekeceği çok konuşulmuştu. Ama Spielberg, aynı Scorsese gibi, aynı anda on yedi filmi birden çekmek istediği için Lincoln’a bir türlü sıra gelmedi. Tony Kushner’ın yazdığı senaryo yıllar boyunca Hollywood’da çok konuşuldu; Spielberg de zaten verdiği röportajlarda Kushner’ın muazzam bir iş çıkardığını söyledi.

Filmin başrolünde Daniel Day-Lewis var, Lincoln’ın hık demiş burnundan düşmüş. Başkan’ın karısı Mary Todd’u da Sally Field oynuyor. Filmle ilgili yayılan dedikodular, çok iyi olduğu yönünde. Ondan da öte, Speilberg’ün bu sene Oscar’ı çok agresifçe kovalayacağı yönünde de haberler var. ABD’de 16 Kasım’da vizyona girecek filmin Türkiye gösterim tarihi daha belli değil ama herhalde Ocak 2013 ortası filan olur.

???·????·??·?? (Like Someone in Love)
Certified Copy’den hemen sonra İranlı dahi yönetmen Abbas Kiarostami’nin ülkesinin dışında çektiği ikinci film olan Like Someone in Love Japonya’da geçiyor. Adını aralarında Bing Crosby ve Ella Fitzgerald gibi efsanelerin yorumladığı 1940’lı yıllar jazz şarkısından alan film, eskortluk yapan genç bir üniversite öğrencisiyle, yaşlı bir akademisyenin ilişkilerini anlatıyor. Kiarostami’nin diğer filmlerinde olduğu gibi toplumun ve geleneklerin dikte ettiği roller üzerine bir çeşitleme olduğu anlaşılan film, Cannes’da da Altın Palmiye için yarıştı ama ödülü Amour’a kaptırdı. Yönetmenin önceki filmlerine göre eleştirmenleri çok kutuplaştırdı film. Mesela fikirlerine güvendiğim iki arkadaşımdan bir tanesi “yönetmen Kiarostami değil de başka biri olsaydı kabiliyetsiz derdim” diye yorum yaparken diğeriyse “tam bir şaheser” olduğunu söyledi filmin. Beni heyecanlandıran da bu zaten. Filmekimi’nde hep beraber izleyeceğiz.

Ve Diğerleri:
Bu on filmin dışında bir on tane daha yazabilirdim ama hayatın her anında olduğu gibi bir seçim yapmak zorundaydım; ben de tercihlerimi yukarıdaki on filme kullandım. Ama onların dışında gözüm yollarda beklediğim birkaç filmden de bahsetmeden olmaz.

Skyfall: Çekimlerinin bir kısmı Türkiye’de yapılan yirmi üçüncü James Bond filmini, Sam Mendes yönetti. Daniel Craig ne kadar James Bond’dan çok ihtiraslı banka şube müdürüne benzese de, filmin fragmanları çok iyiydi. Hele Bond’un son hızla raydan çıkan bir trenin içine atlayıp, ilk önce kol düğmelerini düzeltmesi? Aman aman, yandım aman. (Türkiye vizyon tarihi: 2 Kasım 2012)

The Hobbit: An Unexpected Journey: Peter Jackson, Orta Dünya’ya geri dönüyor. Kitabını, Yüzüklerin Efendisi’ne her zaman tercih etmişimdir. Bakalım filmini de edecek miyim? (Türkiye vizyon tarihi: 14 Aralık 2012)

Seven Psychopaths: İrlanda’lı oyun yazarı Martin McDonagh’nın şaheser In Bruges’dan sonraki ikinci filmi. Toronto’da dünya galası yapılacak. BU satırları 1 Eylül’de yazdığım için filmle ilgili bildiklerim sadece dün yayınlanan fragmanda gördüklerimden ibaret. Ve fragmanda gördüklerimi de çok sevdim.

To the Wonder: Terrence Malick’in yeni filmi Venedik Film Festivalinde yuhalandı. İlginç olan, yönetmenin bir önceki filmi Tree of Life’ı beğenen eleştirmenler bunu hiç sevmediler. Tree of Life’ı tutmayanlarsa, To the Wonder’ı çok sevdiler. Türkiye’yi bırakın, filmin Amerika’da dağıtımcısı yok ama Tree of Life’ı yapmacık bulan bir eleştirmen olarak, gene de To the Wonder’ı görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Holy Motors: Leos Carax’nın bir nevi 21. Yüzyıl La nuit Américaine’ı olan filmi, Cannes’da çok konuşuldu. Altın Palmiye’yi alamayınca da insanlar çok şaşırdı. Paralel hayatlar arasında gidip gelen bir adamın hikayesi olan filmin aslında Cinemaya yazılmış bir aşk mektubu olduğu söyleniyor. Filmekiminde gösterilse tadından yenmez.

Ve tabii ki…
The Master: Paul Thomas Anderson’ın filmini aslında ana listenin başına büyük harflerle yazmam gerekirdi ama film maalesef Türkiye’de vizyona 1 Şubat 2013’te giriyor. Yeni sezonun yeni filmleri başlığına pek uymazdı. Daha önce de belirttiğim gibi filmin senaryosu harikaydı (anladığım kadarıyla o çılgın son sahne daha da çılgın bir hale gelmiş). Son üç haftadır Chicago, Los Angeles ve New York’ta özel gösterimleri yapıldı; filmi görenler bayılıyor. Aynı şekilde Venedik’teki galasında da çok beğenildi film. Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffmann ve Amy Adams’ın başrollerinde olduğu The Master’ın yeri yerinden oynatması işten bile değil. Bu filmle yatıp, bu filmle kalkıyorum; o derece yani…

0 yorum:

Yorum Gönder